1.07.2017

Bağsız

Hayatın içinde, hayatın dışındayım. Çömelmişim, kendi içime gömülmüşüm, öyle duruyorum. Hem içinde hem dışında olmak... Turşulu baklava gibi. Turşunun orda yeri ne? Anlamıyor, yerleşmiyor, sevmiyor, sonra etrafına hayali bir zar sarıp kendi içine gömülüyor.

30.06.2017

Ben?


Kendinizi beğenmeye hak görecek kadar dolu olabilirsiniz. Ancak kendini beğenmiş biri olmaya başlayınca boş olmaya da başlayacaksınız. Bir de boş olduğunu bilecek kadar dolu olmak, aslında hiç olduğunu bilmek var...

30.04.2017

Hayat Değişir



Kuş sesleri var. Güneş ışığı, bir çocuğun neşesi, huzur, tatlı bir dünya... Bazen bazı şeyler anımsatıyor, kalbim iki saniyeliğine ısınıyor, iki saniyelik bir tebessüm içimde, yüzümde… Hiç fark etmemişim, küçükken hayat zaten böyledir sanmışım. Sanmış olduğumu da fark etmemişim.

Yaşayanlar kıymetini bilsin: o tatlılık bir nimet. Alışkanlıktan öyle zannedebilirsiniz hep hayatı, fark etmeyebilirsiniz. Kaybetmeden görmek zor, ama haberiniz olsun böyle bir şey var, ben yaşıyorum, bir sürü insan birçok şey yaşadı, bir sürü insan benim de aklıma gelemeyeni yaşadı, yaşıyor.

Hayattan nefret ettiğimi hissediyorum kimi zaman, var olduğumu hissetmekten rahatsız olacak kadar yok olmak istiyorum bazıları, mantıksız olduğunu biliyor, böyle hissediyorum, çoğu an içimde sıkıntı, yüzüm asık, kimi dönem gün aşırı, kimi dönem her gün, günde birkaç kere gözümde yaş, göğsümde çığlık… Günlere serpiştirilmiş duygular karışık: endişe, korku, hüzün, mahcubiyet, umut, umutsuzluk, huzursuzluk, mutsuzluk…

Benim yaşadığım şeyin 20 katını yaşayan biri de var bir yerlerde. Hep beterin beteri var, kendimde de beterin beterini gördüm zaman içerisinde. “Dert” yaşanan olay değil zaten, karaktere göre, zamana göre değişiyor, kim ne hissediyorsa dert odur. Olay değil, kişide yansıdığı hali derttir. Ve dışarıdan bakınca çeyreği bile anlaşılmaz, yine de iyi biliniyormuş gibi konuşulur, yorum yapılır. Bilemezsin, varsa vardır, o böyle hissediyorum diyorsa öyledir.

Normal hayat diye bir şey var, bu bir sıradanlık değil, bir nimet. Henüz fark etmediyseniz haberiniz olsun, kıymetini bilin.
 


30.09.2014

“Doğuran mı büyüten mi?”


Çok soruldu bu soru: doğuran mı annedir büyüten mi? O kadar soruldu, konuşuldu ki artık kısalttık cümleyi; dillerimize, kulaklarımza pelesenk oldu.

Son zamanlarda duymuyorum ben bu tartışmayı. Siz duyuyor musunuz? Bir aralar sıkça gündemdeydi çünkü. Ama olsun, benim içimden şimdi geldi, ben şimdi yazacağım. Zaten insan var oldukça, bu konu eskiyebilir mi?

Siz sormadınız, zaten ben odada yalnızdım. Kendi kendime sordum, içimden bir cevap geldi sonra: bence doğuran biyolojik, büyüten manevi annedir ama ikisini birden barındıran, anne tanımının ta kendisidir. Yine de büyütmek, doğurmaktan daha değerlidir. Büyütmek derken yemeğini suyunu vermekten bahsetmiyorum. Ruhtan bahsediyorum, sevgiden bahsediyorum.

Ne yazık ki birçok ebeveyn bu çocuk büyütme işini doyurma, ısıtma, başının üstüne bir çatı koyma olarak algılıyor. Birçok anne yavrusunu elleriyle besliyor, bazen zorlayarak yediriyor ve çocuk aç kalıyor. Çocuk büyüyüp aklı kemale erince, keşke karnım guruldasaydı ama sevgi görseydim diyebiliyor. Çünkü haftalarca yemek yiyemeseniz ya da pahalı bir ayakkabı giyemeseniz ölmezsiniz. Sonra karnınızı doyurursunuz, açlığınız geçer, hayattasınızdır. Ama sevgiden, bir sarılmadan, “Seni seviyorum.” cümlesinden, değer gördüğünü hissetmekten eksik kalırsanız, hayatınızın son demlerinize kadar aç kalırsınız, her bir saatinde açlıktan ruhunuz sızlar. Sürekli aç, hep eksik.

O yüzden çocuklarımıza onları sevdiğimizi, onlara değer verdiğimizi gösterelim önce. Sonra karınlarını doyuralım olabildiğince. Belki her yemeği yiyemiyor, modadan giyinemiyorsunuz ama önemli değil. Siz toksunuz, evladınız tok, mutlusunuz, ruhunuz tam. Gerisi muhakkak olur. Bu çocuk bu motivasyonla daha neler yapar, günün birinde sizi zengin bir sofraya oturtur ve o sofrada hep gözlerinizin içine ışıltıyla bakar, ellerinizi öper. Tamsınızdır, toksunuzdur, daha garson bile gelmemiştir.