İçimden Geldi
11.02.2018
1.07.2017
Bağsız
Hayatın içinde, hayatın dışındayım. Çömelmişim, kendi içime gömülmüşüm, öyle duruyorum. Hem içinde hem dışında olmak... Turşulu baklava gibi. Turşunun orda yeri ne? Anlamıyor, yerleşmiyor, sevmiyor, sonra etrafına hayali bir zar sarıp kendi içine gömülüyor.
30.06.2017
Ben?
Kendinizi beğenmeye hak görecek kadar dolu olabilirsiniz. Ancak kendini beğenmiş biri olmaya başlayınca boş olmaya da başlayacaksınız. Bir de boş olduğunu bilecek kadar dolu olmak, aslında hiç olduğunu bilmek var...
30.04.2017
Hayat Değişir
Kuş sesleri var. Güneş ışığı, bir
çocuğun neşesi, huzur, tatlı bir dünya... Bazen bazı şeyler anımsatıyor, kalbim
iki saniyeliğine ısınıyor, iki saniyelik bir tebessüm içimde, yüzümde… Hiç fark
etmemişim, küçükken hayat zaten böyledir sanmışım. Sanmış olduğumu da fark
etmemişim.
Yaşayanlar kıymetini bilsin: o
tatlılık bir nimet. Alışkanlıktan öyle zannedebilirsiniz hep hayatı, fark
etmeyebilirsiniz. Kaybetmeden görmek zor, ama haberiniz olsun böyle bir şey
var, ben yaşıyorum, bir sürü insan birçok şey yaşadı, bir sürü insan benim de
aklıma gelemeyeni yaşadı, yaşıyor.
Hayattan nefret ettiğimi
hissediyorum kimi zaman, var olduğumu hissetmekten rahatsız olacak kadar yok
olmak istiyorum bazıları, mantıksız olduğunu biliyor, böyle hissediyorum, çoğu
an içimde sıkıntı, yüzüm asık, kimi dönem gün aşırı, kimi dönem her gün, günde
birkaç kere gözümde yaş, göğsümde çığlık… Günlere serpiştirilmiş duygular
karışık: endişe, korku, hüzün, mahcubiyet, umut, umutsuzluk, huzursuzluk,
mutsuzluk…
Benim yaşadığım şeyin 20 katını
yaşayan biri de var bir yerlerde. Hep beterin beteri var, kendimde de beterin beterini
gördüm zaman içerisinde. “Dert” yaşanan olay değil zaten, karaktere göre,
zamana göre değişiyor, kim ne hissediyorsa dert odur. Olay değil, kişide
yansıdığı hali derttir. Ve dışarıdan bakınca çeyreği bile anlaşılmaz, yine de iyi
biliniyormuş gibi konuşulur, yorum yapılır. Bilemezsin, varsa vardır, o böyle
hissediyorum diyorsa öyledir.
Normal hayat diye bir şey var,
bu bir sıradanlık değil, bir nimet. Henüz fark etmediyseniz haberiniz olsun,
kıymetini bilin.
30.09.2014
“Doğuran mı büyüten mi?”
Çok soruldu bu soru: doğuran mı annedir büyüten mi? O kadar
soruldu, konuşuldu ki artık kısalttık cümleyi; dillerimize, kulaklarımza
pelesenk oldu.
Son zamanlarda duymuyorum ben bu tartışmayı. Siz duyuyor
musunuz? Bir aralar sıkça gündemdeydi çünkü. Ama olsun, benim içimden şimdi geldi, ben şimdi yazacağım. Zaten insan var
oldukça, bu konu eskiyebilir mi?
Siz sormadınız, zaten ben odada yalnızdım. Kendi kendime sordum,
içimden bir cevap geldi sonra: bence doğuran biyolojik, büyüten manevi annedir
ama ikisini birden barındıran, anne tanımının ta kendisidir. Yine de büyütmek,
doğurmaktan daha değerlidir. Büyütmek derken yemeğini suyunu vermekten
bahsetmiyorum. Ruhtan bahsediyorum, sevgiden bahsediyorum.
Ne yazık ki birçok ebeveyn bu çocuk büyütme işini doyurma,
ısıtma, başının üstüne bir çatı koyma olarak algılıyor. Birçok anne yavrusunu
elleriyle besliyor, bazen zorlayarak yediriyor ve çocuk aç kalıyor. Çocuk
büyüyüp aklı kemale erince, keşke karnım guruldasaydı ama sevgi görseydim
diyebiliyor. Çünkü haftalarca yemek yiyemeseniz ya da pahalı bir ayakkabı
giyemeseniz ölmezsiniz. Sonra karnınızı doyurursunuz, açlığınız geçer,
hayattasınızdır. Ama sevgiden, bir sarılmadan, “Seni seviyorum.” cümlesinden,
değer gördüğünü hissetmekten eksik kalırsanız, hayatınızın son demlerinize
kadar aç kalırsınız, her bir saatinde açlıktan ruhunuz sızlar. Sürekli aç, hep
eksik.
O yüzden çocuklarımıza onları sevdiğimizi, onlara değer
verdiğimizi gösterelim önce. Sonra karınlarını doyuralım olabildiğince. Belki
her yemeği yiyemiyor, modadan giyinemiyorsunuz ama önemli değil. Siz toksunuz,
evladınız tok, mutlusunuz, ruhunuz tam. Gerisi muhakkak olur. Bu çocuk bu motivasyonla
daha neler yapar, günün birinde sizi zengin bir sofraya oturtur ve o sofrada
hep gözlerinizin içine ışıltıyla bakar, ellerinizi öper. Tamsınızdır,
toksunuzdur, daha garson bile gelmemiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)